Abhaz Prensesi Nazikedâ Kadınefendi’nin çileli hayatı ve üç defa defnedilmesinin öyküsü
SOHUM’DA DOĞDU
Önce, Nazikedâ Kadınefendi’nin hayatını kısaca anlatayım:
Sultan Vahideddin’in hanımı Emine Nazikedâ Kadınefendi, Osmanlı Devleti’nin son “Kadınefendi”si, yani son “imparatoriçesi” ve dört sene önce vefat eden Neslişah Osmanoğlu yani Neslişah Sultan ile iki kızkardeşinin, Hanzade ve Neclâ Sultanlar’ın anneannesi idi. Hayatının ilk dönemini refah içerisinde geçirmiş ama yaşlılığında acı bir sürgün yaşamıştı...
Abhazlar’ın Marşan boyunun prensi Hasan Bey’in kızı Emine Nazikedâ, Karadeniz sahilinde yeralan ve şimdi Abhazya’nın başkenti olan Sohum’da 1869’da dünyaya geldi; çocuk yaşlarında iken babası tarafından İstanbul’a getirilerek saraya verildi.
Abdülmecid’in kızlarından Cemile Sultan’ın sarayında ve sultanın gözetimi altında yetiştirilen Nazikedâ, 1885’te Şehzade Vahideddin Efendi ile evlendi, Ulviye ve Sabiha ismini verdikleri iki kızları oldu ve uzun seneler Vahideddin Efendi’nin Çengelköyü’ndeki köşkünde yaşadılar. Kocasının 1918’de tahta geçmesi ile “Kadınefendi” unvânını alan ve imparatorluğun “first lady”si olan Emine Nazikedâ, Sultan Vahideddin’in 17 Mayıs 1922’de Türkiye’yi terketmesinden sonra İstanbul’da kaldı, sıkıntılı günler geçirdi. Maiyeti ile beraber Yıldız Sarayı’ndan çıkartılarak Ortaköy’de şimdi Galatasaray Üniversitesi’nin kullandığı Feriye Sarayı’na gönderildi, burada perdesiz ve sobasız bir dairede yaşadı, unutuldukları için günlerce yemek yemedikleri oldu ve nihayet İtalya’nın San Remo kasabasına yerleşmiş olan kocası Sultan Vahideddin’in yanına gitti.
Vahideddin’in 16 Mayıs 1926’da San Remo’da vefatının ardından Nazikedâ Kadınefendi’nin sürgününde yeni bir sayfa açıldı. Fransa’nın Nice şehrinde yaşayan kızı Sabiha Sultan ve ailesi ile yaşadı, bir müddet Fransa’nın İtalya sınırındaki Manton şehrine yerleşmiş olan diğer kızı Ulviye Sultan ile kaldı ve Sultan Vahideddin’in ailesi daha sonra Mısır’a nakledince, Nazikedâ Kadınefendi de onlarla beraber önce İskenderiye’ye, sonra da Kahire’ye yerleşti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bahtsız son imparatoriçesi, hayatını 1941’de Kahire’nin Maadi semtinde noktaladı ama cenazesinin başına da büyük dertler geldi, mezarı iki defa taşındı ve ancak üçüncü yerinde kalabildi.
Kadınefendi, ailenin sürgün günlerini Mısır’da geçiren mensupları için satın almış olduğu Kahire’nin Heliopolis semtindeki mezarlığa defnedilmişti. Sultan Abdülâziz’in kızı Saliha Sultan ile torunu Şehzade Nizameddin Efendi de burada yatıyorlardı. Daha sonra Sultan Vahideddin’in bir başka hanımından olan ve 1944’te genç yaşında vefat eden tek oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi de aynı yere gömüldü ve mezar sayısı zamanla on dört oldu.
Ancak, Cemal Albülnasır’ın Mısır’da 1952’de yaptığı ihtilâlin ardından Heliopolis’te geniş bir bulvar açılırken aile mezarlığı istimlâk edildi ve mezarlar Afifi semtindeki bir başka yere nakledildiler...
Ama, Kadınefendi’nin cenazesi burada sadece dokuz sene kalabildi ve 1961’de bu defa Helvan’a uzanan otobanın inşası sırasında mezarların tekrar nakli istendi. Kadınefendi ile beraber yatan diğer 17 kişinin kabri yeniden açıldı ve 27 Mayıs 1961’de, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın ailesine ait olan, yine Afîfî’de bulunan ve halkın “Kubbetü’l- Efendinâ” dediği büyük türbenin yanında bulunan kapalı ama harap vaziyetteki aile mezarlığına nakledilip bir lâhdin altına toplu olarak yerleştirildiler.
Cenazelerin karışmaması için her bir kemik grubuna üzerlerinde isimleri yazılı 4x5 eb’adında birer bakır plâka konmuştu... Mezarların naklini yapanların aileye gönderdikleri mektuplarda Kadınefendi’nin cenazesinin bozulmadığı, nerede ise aynen kaldığı söyleniyor ve sadece kefeninin yenilendiği anlatılıyordu..
Eski kabirlerdeki mezartaşları da Afifi’ye getirilmişti fakat cenazeler ayrı ayrı defnedilmedikleri için konacak yer bulunamadı ve taşlar iç kısımdaki duvarların dibine bırakıldılar...
Baba tarafından Mısır’ın son hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın, anneleri Neslişah Sultan tarafından da Sultan Vahideddin ile Halife Abdülmecid Efendi’nin torunları olan Prens Abbas Hilmi, kızkardeşi Prenses İkbal Moneim Saviç, Mısır kraliyet ailesinin bazı mensupları ve diğer dostlarımızla beraber önce mükemmel şekilde restore edilmiş olan Hıdiv ailesine ait türbeyi ziyaret ettik. Sonra, Kubbetü’l-Efendinâ’nın hemen yan tarafında bulunan ve Kadınefendi ile Osmanlı ailesine mensup on üç kişinin toplu mezarlarının yeraldığı diğer binaya geçtik.
Mermer işçiliğinin mükemmel birer eseri olan Mısır Hanedanı’na mensup lâhitlerin bulunduğu ama maalesef harap vaziyetteki karanlık mekânda mevcudiyetlerini çok daha önceden işittiğim Osmanlılar’a ait mezartaşlarını bulmak istedim. Neslişah Sultan’ın kızı Prenses İkbal ve yine Sultan’ın torunu Prens Davud ile beraber cep telefonlarımızın ışığını kullanarak duvar diplerinde taşları aradık, önce Nazikedâ Kadınefendi’nin, Sultan Vahideddin’in eşi ve Abazalar’ın Marşan “ümerâ” yani “prenslik” ailesinden olduğunu gösteren mermer taşını, sonra da diğer taşları bulduk ve hayli şaşırdım!
Zira, Mısır’da sürgünde can veren hanedan mensuplarının mezartaşları, İstanbul’dakilerden farklı idi: Ön yüzlerinin üst taraflarına Osmanlı arması işlenmişti, bazılarının arka kısmının yine üst tarafında da tuğralar vardı ve Türkiye’deki mezartaşları ile aralarındaki fark bu armalar ile tuğralar idi.
SOHUM’DA DOĞDU
Önce, Nazikedâ Kadınefendi’nin hayatını kısaca anlatayım:
Sultan Vahideddin’in hanımı Emine Nazikedâ Kadınefendi, Osmanlı Devleti’nin son “Kadınefendi”si, yani son “imparatoriçesi” ve dört sene önce vefat eden Neslişah Osmanoğlu yani Neslişah Sultan ile iki kızkardeşinin, Hanzade ve Neclâ Sultanlar’ın anneannesi idi. Hayatının ilk dönemini refah içerisinde geçirmiş ama yaşlılığında acı bir sürgün yaşamıştı...
Abhazlar’ın Marşan boyunun prensi Hasan Bey’in kızı Emine Nazikedâ, Karadeniz sahilinde yeralan ve şimdi Abhazya’nın başkenti olan Sohum’da 1869’da dünyaya geldi; çocuk yaşlarında iken babası tarafından İstanbul’a getirilerek saraya verildi.
Abdülmecid’in kızlarından Cemile Sultan’ın sarayında ve sultanın gözetimi altında yetiştirilen Nazikedâ, 1885’te Şehzade Vahideddin Efendi ile evlendi, Ulviye ve Sabiha ismini verdikleri iki kızları oldu ve uzun seneler Vahideddin Efendi’nin Çengelköyü’ndeki köşkünde yaşadılar. Kocasının 1918’de tahta geçmesi ile “Kadınefendi” unvânını alan ve imparatorluğun “first lady”si olan Emine Nazikedâ, Sultan Vahideddin’in 17 Mayıs 1922’de Türkiye’yi terketmesinden sonra İstanbul’da kaldı, sıkıntılı günler geçirdi. Maiyeti ile beraber Yıldız Sarayı’ndan çıkartılarak Ortaköy’de şimdi Galatasaray Üniversitesi’nin kullandığı Feriye Sarayı’na gönderildi, burada perdesiz ve sobasız bir dairede yaşadı, unutuldukları için günlerce yemek yemedikleri oldu ve nihayet İtalya’nın San Remo kasabasına yerleşmiş olan kocası Sultan Vahideddin’in yanına gitti.
Vahideddin’in 16 Mayıs 1926’da San Remo’da vefatının ardından Nazikedâ Kadınefendi’nin sürgününde yeni bir sayfa açıldı. Fransa’nın Nice şehrinde yaşayan kızı Sabiha Sultan ve ailesi ile yaşadı, bir müddet Fransa’nın İtalya sınırındaki Manton şehrine yerleşmiş olan diğer kızı Ulviye Sultan ile kaldı ve Sultan Vahideddin’in ailesi daha sonra Mısır’a nakledince, Nazikedâ Kadınefendi de onlarla beraber önce İskenderiye’ye, sonra da Kahire’ye yerleşti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bahtsız son imparatoriçesi, hayatını 1941’de Kahire’nin Maadi semtinde noktaladı ama cenazesinin başına da büyük dertler geldi, mezarı iki defa taşındı ve ancak üçüncü yerinde kalabildi.
Kadınefendi, ailenin sürgün günlerini Mısır’da geçiren mensupları için satın almış olduğu Kahire’nin Heliopolis semtindeki mezarlığa defnedilmişti. Sultan Abdülâziz’in kızı Saliha Sultan ile torunu Şehzade Nizameddin Efendi de burada yatıyorlardı. Daha sonra Sultan Vahideddin’in bir başka hanımından olan ve 1944’te genç yaşında vefat eden tek oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi de aynı yere gömüldü ve mezar sayısı zamanla on dört oldu.
Ancak, Cemal Albülnasır’ın Mısır’da 1952’de yaptığı ihtilâlin ardından Heliopolis’te geniş bir bulvar açılırken aile mezarlığı istimlâk edildi ve mezarlar Afifi semtindeki bir başka yere nakledildiler...
Ama, Kadınefendi’nin cenazesi burada sadece dokuz sene kalabildi ve 1961’de bu defa Helvan’a uzanan otobanın inşası sırasında mezarların tekrar nakli istendi. Kadınefendi ile beraber yatan diğer 17 kişinin kabri yeniden açıldı ve 27 Mayıs 1961’de, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın ailesine ait olan, yine Afîfî’de bulunan ve halkın “Kubbetü’l- Efendinâ” dediği büyük türbenin yanında bulunan kapalı ama harap vaziyetteki aile mezarlığına nakledilip bir lâhdin altına toplu olarak yerleştirildiler.
Cenazelerin karışmaması için her bir kemik grubuna üzerlerinde isimleri yazılı 4x5 eb’adında birer bakır plâka konmuştu... Mezarların naklini yapanların aileye gönderdikleri mektuplarda Kadınefendi’nin cenazesinin bozulmadığı, nerede ise aynen kaldığı söyleniyor ve sadece kefeninin yenilendiği anlatılıyordu..
Eski kabirlerdeki mezartaşları da Afifi’ye getirilmişti fakat cenazeler ayrı ayrı defnedilmedikleri için konacak yer bulunamadı ve taşlar iç kısımdaki duvarların dibine bırakıldılar...
Baba tarafından Mısır’ın son hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın, anneleri Neslişah Sultan tarafından da Sultan Vahideddin ile Halife Abdülmecid Efendi’nin torunları olan Prens Abbas Hilmi, kızkardeşi Prenses İkbal Moneim Saviç, Mısır kraliyet ailesinin bazı mensupları ve diğer dostlarımızla beraber önce mükemmel şekilde restore edilmiş olan Hıdiv ailesine ait türbeyi ziyaret ettik. Sonra, Kubbetü’l-Efendinâ’nın hemen yan tarafında bulunan ve Kadınefendi ile Osmanlı ailesine mensup on üç kişinin toplu mezarlarının yeraldığı diğer binaya geçtik.
Mermer işçiliğinin mükemmel birer eseri olan Mısır Hanedanı’na mensup lâhitlerin bulunduğu ama maalesef harap vaziyetteki karanlık mekânda mevcudiyetlerini çok daha önceden işittiğim Osmanlılar’a ait mezartaşlarını bulmak istedim. Neslişah Sultan’ın kızı Prenses İkbal ve yine Sultan’ın torunu Prens Davud ile beraber cep telefonlarımızın ışığını kullanarak duvar diplerinde taşları aradık, önce Nazikedâ Kadınefendi’nin, Sultan Vahideddin’in eşi ve Abazalar’ın Marşan “ümerâ” yani “prenslik” ailesinden olduğunu gösteren mermer taşını, sonra da diğer taşları bulduk ve hayli şaşırdım!
Zira, Mısır’da sürgünde can veren hanedan mensuplarının mezartaşları, İstanbul’dakilerden farklı idi: Ön yüzlerinin üst taraflarına Osmanlı arması işlenmişti, bazılarının arka kısmının yine üst tarafında da tuğralar vardı ve Türkiye’deki mezartaşları ile aralarındaki fark bu armalar ile tuğralar idi.